30 Temmuz 2014 Çarşamba

HAYA VE EDEB ÜZERİNE BİR DENEME
Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.
Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.
Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...
Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...
Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...

Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...

29 Temmuz 2014 Salı



ZERAFET



Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir.


Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir?!.. Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünkü zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünki.  Rüzgar, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder. Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür. Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
 Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
 Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir

Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır.* Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır. Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünkü. Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.

22 Haziran 2014 Pazar

Hiç olmadığım kadar sessiz, hiç hissetmediğim kadar yanlızım. Ne şiir yazacak kadar kaabiliyetli, ne de ağlayabilecek kadar cesaretliyim. Karmakarışık duygular yaşıyorum. Hep düşünmüşümdür zaman insana neler getirecek diye. oğlumla konuşuyorum. Son yaşadıklarımızı. Matrix'te bizim için hesaplanan ve planlanan var baba diyor. Onun için sen ne kadar çaba sarfedersen sarfet yaşamak zorunda olduğunu yaşayacaksın. Tek şansın var. Bu yüzden iyi kullan...diyor içimdeki bir ses. diğer yarım ise geç kaldın hacı diyor... geç kaldın...

Dünyanın gör dediğine "kör" diyoruz ya...

Zaman dedi sadece genç adam, birazcık zamana ihtiyacım var. Genç kız suskunluğunu bozmadı. uzun süredir oturduğu bankta, ayak uçlarına bakmaya, az önceki gibi devam etti. irileşmiş gözleri ile, ara ara bir genç adama, bir genç kıza bakan, parkın müdavimi, köftecinin kedisi sıkılmış bir vaziyette esnedi. bunların bir şey vereceği yok der gibi yalandı bıkkın, bezgin.
genç adam elini cebine attı, paketindeki son sigarayı çıkardı. gecenin ilerleyen saatinde açık bir yer bulabilir miyim diye düşünmeden yaktı sigarasını. derin bir nefes çekti ve sanki içindeki tüm sıkıntıyı dumanla birlikte havaya bıraktı. ne diyorsun diye sordu tekrar umutlu bir sesle. genç kızın suskunluğu devam ediyor, yine, babasının ölmeden önce aldığı, giymeye kıyamadığı, sadece buluşmaya geldiğinde giydiği siyah rugan ayakkabılarının ucuna bakmaya devam etti. Amcası parkın dışında bekliyordu. bitir demişti yoksa ben bitiririm. susmaktan başka ne yapabilirdi ki. aşk mı? amcası karın doyurmuyor demişti. ama gönül doyuruyor diyemedi, diyemeyecekti de. amca baba yarısıydı. peki ya babalar niye vakitsiz ölürdü ki?
bu sırada parkın bekcisi yanlarından geçerken tehditkar bakışlarla ikisine birden homurdandı. gecenin bu vaktinde hırlımıdır, hırsızmıdır nedir ulan bunlar, ne oturuyorlar iki saattir. aslında kendi kendine söyleniyordu ama oturanlara duyurmak için sesini yüksek perdeden kullanmıştı. genç adam bekçinin yüzüne baktı öylesine. bekçi bu bakıştan hiç bir şey anlamadı. korkuttum şimdi kalkar giderler diye düşündü ve temkinli adımlarla bankların arkasına yöneldi. orası soteydi. hem oturanları görür, hem kendini emniyete alırdı. genç adam sonra gözlerini genç kadına çevirdi. ayağa kalkmıştı. oturduğundan beri ayak uçlarına bıraktığı gözlerini kaldırıp genç adamın gözlerinin içine baktı. uzun uzun, dolu dolu.  yine hiç bir şey söylemeden öylece durdu. sonra döndü ve ardına bakmadan geldiği yöne doğru yürüdü karanlığın içine. kedide kalktı genç kızın peşine. yalanıyordu. tam çocuk oyun alanının köşesini dönerken geriye dönüp hala ayakta dikilen ve arkalarından bakmakta olan genç adama gözlerini çevirdi. sonra çoktan köşeyi dönüp parkın çıkış kapısına varmış genç kızın gittiği yöne baktı, yavruları açtı ve köftecinin oraya uğrayıp üç beş parça bir şeyler bulmalıydı. parkın ana girişindeki seyyar köfteciye ve arabasından yayılan kızarmış köfte kokusuna doğru yürüdü
. bu insanoğlunu anlamak mümkün değil diye düşündü kedi aklıyla. acaba bunların süt isteyen yavruları yokmuydu...

17 Mayıs 2014 Cumartesi

KÖMÜR KARASI, YÜZÜNÜZÜN KARASINDAN DAHA KUTSAL…

KÖMÜR KARASI, YÜZÜNÜZÜN KARASINDAN DAHA KUTSAL…
Yakın. Çok yakın.
Acının her boyutunu gördüğümüz bir hadiseyi daha yaşadık. Bu ülke bu acıların benzerlerini çok gördü. Aynı zaman diliminde yaşanan depremler oldu, heyelanlar, çığ felaketleri, yine maden kazaları, yangınlar, patlamalar oldu.
Bu ülkenin insanı, ülkemin insanı tüm bu acıları metanetle ve soğukkanlılıkla atlatmasını bildi ama siz bunun üzerinden nem’alanmak isteyen ölü sevici, mezar soyucu, soysuz güruh, siz ne ölüden, ne ölümden, ne fekaletten, ne kazadan, ne afetten, ne kaderden, ne kederden anlıyorsunuz? Anladığınız tek şey içinizde bulunan huzursuzluğu dışa vurmak için fırsat kollamak.
Psikologlar sizin gibi hasta ruhlu insanları herhangi bir sınıfa dahi koyamıyorlar. Sahi siz nesiniz, necisiniz? İmanınız yok mu? Siz Allah azze ve celle’ye inanmıyor musunuz? Bazılarınızın ağzından duydum inanıyoruz diye. Ancak bu nasıl bir inanç, nasıl bir insanlık, nasıl bir duyarsızlık?
Sahi sizin ahlakınız yok mu? Yani açık ve net bir şekilde soruyorum. Siz ahlaksızmısınız. Çünkü islam inancına göre Din Ahlaktır. Eğer ahlakınız yoksa dininizde yoktur, dininiz yoksa zaten ahlakınız, ahkamınız, yüreğiniz, inancınız, imanınız, vicdanınız, insafınız, insanlığınız, onurunuz, şerefiniz, haysiyetiniz kısaca kutsal saydığımız değerlerin hiç birisi yok sizde.
Yatakla, tuvalet arasında bir hayat sürmek size ne kadar normal geliyor anlamıyorum. Unutmayın bu toprağın birde altı var. Şu an üstünde yürüdüğünüz toprağın birkaç gün sonra altına ineceksiniz. Birileri sizi sırtında taşıyacak, birileri, hayatınız boyunca gösterdiğiniz ve yaşayıp yaşattığınız onca huzursuzluğa rağmen cenaze namazınızı kılacak, kıldıracak, birileri “bu millete soma faciası müstehaktır” diyecek kadar alçalmış varlığınız için “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye soracak ve sorduğu diğerleri de “iyi bilirdik” diye şahitlik edecek. Ne acı bir durum.
Dün Allah ve Rasulüne küfrederek beni toprağa gömmeyin, yakın diyecek kadar inancına yabancı ve imanına düşman olarak ölenlerin ardından söylendiği gibi talkın verilecek. Toprağa yatırılırken göz yaşı dökülecek ardınızdan. Alkışlanacaksınız belki de ama unutmayın bitmeyen ve ölçüsünü aklımızın hafsalamızın almayacağı, alamayacağı kadar büyük bir azap sizi bekliyor.
Gelin yol yakınken bu imansızlığınızdan dönün, tövbe edin, hidayete erin, insanların içinde insan gibi yaşayın, yaşamayı öğrenin. Bulunduğunuz yerden, baktığınız pencereden görünen manzara gerçekten karanlık, puslu ve insanın onuruna yakışmayacak görüntüler sergiliyor. Bu yüzden ağzınızdan çıkan kelimeler kubur farelerine denk sürdürdüğünüz hayatın aynası oluyor. Çıkın o çukurdan, kafanızı kaldırın ve güneşin parlaklığını bir kere görün. Aşık olun o güneşe inanın bir daha bırakamayacaksınız, bir kere görseniz zaten, bırakamazsınız.
Somada vefat eden kardeşlerimizin üzerinden siyaset yapmaya çalışan, nem’alanan, kendine pay çıkarmaya çalışan, bu hadisenin üzerinden masum insanlara küfreden, hakaret eden, beddua eden zavallıları okuyorum, görüyorum hatta duyuyorum. Bunların tamamına zavallı demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Gerçekten çok zavallısınız ve karanlıkta yaşayan yarasalar gibi sadece etrafa yaydığınız ses dalgalarının size aksettirdiği yönlere doğru uçmaya çalışıyorsunuz. Ama habire duvarlara çarpıyorsunuz. Gözleriniz kör olduğu içinde çarpmaya devam ediyorsunuz.
Ancak yarasalarla aranızda çok büyük bir fark var. Onlar kendilerini yaratan Rablerini, kendi hal dilleriyle teşbih ederler. Siz mevcudatın en şereflisi olarak halkedilmenize rağmen zikretmek şöyle dursun inat ve ısrarla küfretmeye devam ediyorsunuz.
E şimdi siz bunları görüp duyup bunlara zavallı yaratıklar demekten başka ne yapabilirsiniz ki?
Yakıp yıkıyor, toplumun her kesiminden insanın bulunduğu ortama huzursuzluk vermeye devam ediyorlar. Neymiş Soma’da devlet suçluymuş. Sabredin, bekleyin zaman her şeyi gösterecek. Sonra utanacak olan sizlersiniz. Ama pardon. Sizde yüz yok ki utanasınız. Dün gezi parkında da aynı herzeleri yediniz ve hala yüzsüz bir şekilde bu toplumun içinde yaşamaya, bu ülkenin topraklarının üzerinde hayatınızı sürdürmeye ve hiç utanıp arlanmadan nimetlerinden istifade etmeye devam ediyorsunuz. Madem sevmiyorsunuz, madem kabul etmiyorsunuz ve madem istemiyorsunuz o vakit terk edin gidin. Onu da yapacak kadar onurlu olmadığınızı biliyoruz. Bu yüzden sadece zavallısınız diyebiliyorum. Çünkü kelime dağarcığım sizleri tarif edecek başka bir şey barındırmıyor.
İnanın o madende şehit olanların yüzlerine ve bütün bedenlerine bulaşan kömür karası var ya, sizin yüz karanızın yanında binlerce kere yıkanmış kutsal bir siyahlıktır. Çünkü o siyahlığın içinde helal kazancın ve temiz alın terinin tüm izlerini görebilirsiniz.

Ama sizin yüzünüzün karalığında ruhunuzun tüm siyahlığının ve haysiyetsizliğinizin izleri var farkında değilsiniz…

4 Mayıs 2014 Pazar

"uzaklık uzar" dedi genç adam ve sustu. "uzar" dedi genç kadın. O'da sustu. Sükutları o kadar büyükdüki odaya sığmadı. Taştı pencere pervazlarındaki açıklıktan, kapı altı boşluğundan dışarıya. odayı doldurduğu yetmiyormuş gibi, salonu, diğer odaları, mutfağı, banyoyu, tuvaletleri... hasılı tüm evi doldurdu ve taştı sokağa. az sonra sükuttan bir dünya oluşuvermişti. Bu kadar mı derin diye düşündü genç adam. birden düşüncelerinin içinde genç kadının düşünce sesini duyuverdi. bu kadar mı derin...
Neler oluyor Allahım bana neler oluyor demeye çalıştı. ama olan biteni biz biliyoruz...
Bunun adına tüketilmişliğin dayanılmaz acısı diyoruz biz. Sevgiyi, aşkı, teslimiyeti, umudu, beklemeyi, bekletilmeyi, kavuşmayı, kavuşamamayı, dahası hayatın tüm aşamalarını o kadar kolay harcamış ve o kadar çabuk tüketmişiz ki, bu tüketilmişliği birde tükenmişlikle beraber götürmeye çalışanları düşün...
Hadi o vakit... yeniden Bismillah diyerek başlayabiliriz.
Varmısınız!...

3 Mayıs 2014 Cumartesi

7. Uluslararası Fetih ve Gençlik şöleni kapsamında Meddah-ı Fakir Yusuf Duru, Ümraniye Haldun Alagaş Spor salonunda 04.Mayıs 2014 günü bir gösteri yapacak. Fetih ve Gençlik Ruhu konulu gösteri yapılacak. Bekir Develi'ninde sahne alacağı programa katılıman yoğun olması bekleniyor...

2 Mayıs 2014 Cuma

KADİM KÜLTÜRÜMÜZÜN DEĞİŞMEYEN KARAKTERİ
MEDDAH
YUSUF DURU
Meddah-ı Fakir

“Raviyanı Ahbar, Nakilanı asar bi güna rivayet iderler ki…” diye başlardı eskiden meddahlarımız. Gelenekti bu, ustadan çırağa nesiller boyu aktarılan. Çok ciddi sözlü bir kültürel hazine idi. Hele de televizyon denen, sohbet ve muhabbet düşmanı alet icad edilmeden önce kıymete haiz bir güzellikti.
Özellikle büyük şehirlerin “Semai Kahveleri”nde mutlaka bir meddah tahtı veya köşkü bulunurdu. Ki akşama kadar asli vazifesi olan kunduracılık, bezazlık, miskü anber simsarlığı, debbağlık, dülgerlik, tellallık, sakalık, mahalle bekçiliği vesair mesleğini icra eden anlatıcılar, şehrin üstüne güneş kızıllığı düşüp de yerini, gece karasına bırakmaya yüz tuttuğuna bu kahvehanelere gelirler ve yerlerini alırlardı.
Böylece gece yarılarına kadar birbirinden güzel kıssalar, hikayeler, devşirmeler, şiirlerler, maniler, benzetmeler, bezemeler, taklitler yapılır, hikaye en heyecanlı yerinde kesilir ve “Rabbimiz berdevam kıla, yaran ve ahbabımızın muhabbeti daim ola, kahveci kandilleri uyuta, yarına da lazımdır, sağ salim çıkıla, hikayenin sonuna bakıla…” diyerek arkası yarına işaret edilirdi.
Dinleyenler hikayeye o kadar kaptırırlardı ki kendilerini, meddahın bitirme sözlerini duyar duymaz homurdanmaya, yüksek sesle “oldumu baba, yarına kadar nasıl sabredeceğiz bre” naraları atmaya, “yahu sonunu alsa idik efendi” kibarlığında itirazlar etmeye başlarlardı.
Hatta anlatılır ki Galatalı Emin yirmi üç gün süren bir hikayenin yirmiikinci gününde yine Galatalı Çarkbozan Muslu isimli külhaniden hikayeyi bitirmediği için güzel bir dayak yemiş ve bir hafta boyunca hasta yatmış. Hikayenin sonunu merak edenler bir hafta boyunca aynı kahvede Meddah Emin efendinin gelmesini beklemişler. Nihayet Galatalı Çarkbozan Muslu, Emin efendiden özür dileyip bahşiş olarak da bir kese akçe vermeyi kabul edince hakiyenin sonunu dinleyebilmişlerdir.
Şimdilerde soruyorlar. “Meddah nedir?” uzun uzun anlatmaya çalışıyorum ama ne çare. Bende diyorum ki “Medheden, öven, anlatan” hemen ikinci soru geliyor. “Neyi metheden, anlatan, öven?. “ Eh artık sabrında bir sınırı var canım efendim deyip yekten cevabı veriyoruz. “Allah (Celle ve Azze) sana ağız vermiş, öveceksen Allah (Celle ve Azze) yeter” deyince gülümseyip susuyorlar.
Efendim geleneksel Türk tiyatrosunun temel taşlarındandır Meddah. Yıllarca katıldığı meclislerde dinlediği kıssaları, hikayeleri, topladığı, derlediği güzellikleri, kendine has üslubuyla anlatandır. Bir kişilik dev kadrodur. Kimi zaman hakim olur, kimi zaman davacı, kiminde davalı. Bazen bir hatun kişiyi canlandırır yavrusunu kaybetmiş, bazen arap bacıyı. Hikayesine göre her karaktere bürünür. Aynı hikaye içinde hem beyefendi olur, hem uşak, hem işveren olur, hem çalışan. Hem belediye başkanı olur, hem çöpçü. Dedik ya bir kişilik dev kadro. Hikayesine göre.
Hani der ya bir tekerleme “neler geldi neler geçti felekten, deve bile geldi geçti elekten…” o hesap tarih sahnesinden, zaman süzgecinden öyle meddahlar geçmiştir ki her biri birbirinden şahane.
Sultan III Murad Han döneminde 1574 – 1595 yılları arasında meddahlar çok büyük şöhret yakalamışlar, meşhur olmuşlardır. Mesela o dönemin en meşhur meddahı “Lalin Kaba” ismiyle anılan hikayecisidir. 16. Yüzyıl sonlarında yaşayan Cenani Baba aynı zamanda Sultan III Murad Hanın gözde nedimlerinden biri olmuş, sohbetlerinde hiç yanından ayırmamıştır. Aynı dönem içinde ilk defa bir ünvanla “Saray Kıssahanlığı” ünvanıyla meddahlık yapan Derviş Kalender’de bunlardan biridir. Dördüncü Murad Han dönemi büyük meddahlarından İncili Çavuş, Tıfli Ahmed Çelebi bu sanatın duayen ve deha isimlerindendir. 1. Mahmud döneminde Galatalı Ahmet Çavuş dönemin büyük hikayezenlerindendir. Onun yetiştirdiği Kız Ahmet, Sarı Emin, Kızlarağası Hasbi Cemil efendi gibi isimler devamcısı olarak sanatı icra etmişlerdir.
19 Yüzyılda Kasımpaşalı Hafız ve Meddah İsmet’de dönemlerinde bu sanatın temsilcisi olmayı başarmışlar ve insanlar tarafından sevilmişlerdir. Borazan Tevfik, Meddah Şükrü, Aşki efendi yirminci yüzyılın başlarında bu sanata gönül vermişlerdendir. Yine yirminci yüzyılda Meddahlık Tuluatla birleşmiş ve onunla devam etmiş. En güzel temsilcilerinden biride dönemimizde bile ismiyle matuf olarak anılan Kavuklu Meddah Ali bey olmuştur. Ali beyin özellikle taklitleri, jest ve mimikleri o güne kadar icra edilen Meddahlık geleneğine çok farklı ve değişik bir soluk kazandırmıştır. Ali bey “Kadının Fendi, Erkeği Yendi” isimli oyunda mesleğini layıkı ile icra ederek takdir toplamak ve parsayı kapmak (Gösteri Karşılığında Halktan Toplanan para) amacıyla henüz 32 yaşında iken tüm dişlerini söktürmüş ve takma diş yaptırmıştır.
1905 Üsküdar doğumlu, aslen Dimetokalı Dümbüllü İsmail, Ali beyden sonraki en büyük meddahlarımızdandır. Günümüze kadar süregelen bu geleneğin devamcıları olan Erol Günaydın’lar, Münir Özkul’lar, Vahi Öz’ler ve daha isimlerini sayamadığımız niceleri ise sanatı sürdüre gelen ustalardandır.

Buradan, hepsinin hatırlarını hayırla yad ediyoruz. Hakk (Celle ve Azze) ile yeksan olanlara ise Rahmetler diliyor, mekanları cennet olsun diyoruz.